cura: 1. spiritual charge: care. 2. to restore to health and soundness, to bring about recovery: cure. 3. Root of the word “curator” in Latin; one who is responsible for the care of souls, later, one in charge of a museum, zoo, or other place of exhibit. 4. instrument with two or three strings that is used in folk music. 5. small sparrow. 6. the name of a short story written by Cevat Sakir Kabaagacli, also known as the Fisherman of Halicarnassus (A Flower Thrown to the Sea from the Aegean, 1972). 7. “The double sense of cura refers to care for something as concern, absorption in the world, but also care in the sense of devotion” Martin Heidegger

Saturday, October 22, 2011

GÜNEBAKANLARI KORUMAKLA UĞRAŞIYORUM

Bu söyleşi için telefon ettiğinizden beş-on dakka sonra, epiy 'sportif' bir olay geçti başımdan. Bizim Dragos'taki evin yanında boş bir arsa var, önü resmen çöplük, kibarlara yani. Çoğu ecnebi olmakla üzere konserve kutuları, Amerikan çaputları falan-filan... aşağı mahallelerden gelen çolun-çocuğun talanından arta kalsa da hayli bir yekun. Çöplük resmetmeyi aklına takmış ressamlara salık veririm, renkli mi renki, civciv mi civciv bir konu... Arsanın başka bir yararı daha var, gerileri bekçilerin ineklerine otlak. Baharın ne güzeldi inekler, yemyeşil otların arasında hışır hışır. Şimdilerde başları darda, sararmış dikenler içinde. Aksilik bu ya, ben de duvarın dibine günebakanlar diktiydim şirinlik olsun diye. Güneşiliğini severim onların. Mallar, haklılar gerçi, musallat oldular benim sarı sıcaklarıma. Sığırtmaç da, domuzluğundan herhal, hayvanları kaçırmışlığa yatıyor. Olan bizim günebakanlara oluyor.Dedim a, tam telefon ettikten sonra siz, bi baktık, bir dana güneşten yediği yetmemiş gibi , bahçeye dalmış, ordan burdan hırsızlayıp diktiğim çiçeklere abanmış. Çıkarabilirsen çıkar. Hötzöt, taş, sopa, attık fıkarayı dışarı. Açtım sonra telefonu Kooperatifin bekçilerine, "Önümüzde çiğnedi bir otomobil bir danayı, gelin alın" diye. Can havliyle toplaştı bekçi arkadaşlar ya, yaralı dana yok ortada. arasın dursunlar gayrı... Bu uzun öyküden çıkardığım kıssa mı ne? Şairliğinizi nasıl sürdürüyorsunuz?" diye soruyorsunuz ya, ona yanıt bu! Bu ara ben, kardeşler, davarlara karşı günebakanları korumakla uğraşıyorum...

Yeterince ciddi olmadı mı bu yanıt dersiniz? Varsın, olmasın!... Ben şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: "Esin dediğin gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir..."

Bekleyen belasını da, mevlasını da bulur, demişler. Şiir ki hem beladır, hem mevla, o halde beklemeyi bileceksiniz! Yalnız, beklediğinizi çaktırmadan. Sözgelimi; Taksim Meydanı'nın (eskiden ama) ordaki saatin altında sevgilinizi bekler gibi, ortada dolana dolana, ıslık çala çal... hava alıyormuşsunuz sanki... Saatler saati beklersiniz, gelmez kafir... Ne yapalım, bu sefer olmadı, bidaha sefere...

CAN YÜCEL 1991

No comments: